12 Şubat 2017 Pazar

Şu kadarcık hayatıma bakınca şanslı insan olduğumu söyleyebilirim. Farklı kültürlerin olduğu bir mahallede ve sokakta oynayarak büyüyen son nesil olarak geçirdim çocukluğumu.
Kürtler vardı etrafımda, “Çawayi (Nasılsın)” demeyi öğrendim sıra arkadaşımdan. “Spas dıkım (İyiyim, teşekkür ederim)” ardından. Alevi arkadaşım oldu, farklı zamanlarda oruç tutardık birbirimize saygıdan yanımızda su içmezdik. Çok büyük işler yapıyormuşuz gibi gelirdi, yapıyormuşuz da. Hıdırellez’de dilek de tuttum, kandillerde namaz da kıldım. Bir cemaatin yurdunda da kaldım çocukken. Kızdım hep aileme o kadar küçük bir çocuğu nasıl o insanların arasına atarsınız diye ama tanımam gerekiyormuş o insanları da.
Nevruz kutlardık ilkokuldayken. Ağaç dikmeye giderdik hep, ateşten de atlardık. Ben önceleri sadece Türklerin bayramı diye bilirdim ama Kürtlerin de tüm Asya’nın da kutladığını öğrenince sadece daha çok sevdim Nevruz’u ya da Newroz’u.
Sonra lise. Lisede de şanslıydım. Devlet yurdunda kızlı erkekli yatılı okuduk. Nasıl aileden uzakta da yaşanabileceğini öğretti bana en başta Sosyal Bilimler Lisesi. O kadar çok şey öğretti ki. Devrimi, solu, özgür düşünceyi, sorgulamayı keşfettim. Hocalar o kadar iyilerdi ki, aynı eğitimleri almışlarımızın bir kısmı koyu Ülkücü olurken bir kısmımız koyu solculardık. Kimseyi bir şeye inandırmaya çalışmadılar. Onlar sadece bildiklerini söylediler, herkes alabileceğini aldı. Akşamları odalarda birlikte sohbet eder birbirimizi kızdırmaya bayılırdık. Daha kötüsünü hiç yapmaya kalkışmadık ama, yani fikirlerimiz için kimse kimseyi dövmeye kalkmadı. En azından benim bildiğim diyelim.
Saçımı sakalımı gözlüğümü fazlaca cemaatçiye ya da AKPliye benzetenlerin tam aksine şeylere inansam ve aksini düşünsem de ısrarla insanlarla konuşmayı sevdim. Her fırsatta oturup sohbet ettim. Tam bir liseli solcu heyecanıyla. 1 Mayıs günü farklı hissetmeyi öğrettim kendi kendime. O heyecanı çokça arıyorum son zamanlarda itiraf etmek gerekirse.
Ama artık korkuyorum. Çok mu yaşlandım ya da yaşadıklarımı efsaneleştiriyor muyum? Hayır ama çok üzülünce insan, kaygılanınca değişmesi de hızlı oluyor. Korkuyorum yarından. Artık bu topraklarda bu şekilde yaşama ihtimalimizi her gün kaybediyoruz ondan korkuyorum. Referandumda verdiğimiz oy için ya terörist ya koyun olmaktan korkuyorum.
Her şeyi bir referanduma bağlamış olmak bile şu güzel kalplerimizin ne kadar iyi olabileceğini gösteriyor. Hayır çıkınca memleket güzelleşecek sanışımız, içten içe buna inanışımız bile umudun güzelliği işte. Öyle olmayacak ama demeye bile çekiniyoruz, birbirimize asla bahsetmiyoruz bundan.
Gazeteciler, akademisyenler, öğrenciler, işçiler, işsizler.
Başka ölümlülerin hırsları yüzünden ölen siviller, askerler, polisler.
Umut kırmak ya da boykotçu gibi görünmek amacında değilim ama yazmam gerekiyordu bunları da. Belki yarına kalsın diye belki de sadece yazmış olmak için.

11 Ekim 2015 Pazar

Canlı Var Mı Canlı?

10 Ekim 2015. 
      Ankara orası, Türkiye'nin başkenti. Memur memleketi, öğrenci memleketi, Anıtkabir, ODTÜ, Gazi, Hacettepe, Meclis, Ulucanlar, Güvenpark, eylem, Karanfil Sokak, Kızılay ve orada yaşayan onca sevdiğimiz insan. Hepimizin tanıdığı, sevdiği birileri yaşar Ankara'da. Ankara derlerse aklımıza bunlardan birisi gelirdi. Yılmaz Erdoğan şiirleri mesela. Ama dün, 10 Ekimdi dün. Olmaz olsun.
        Aklına direkt oraya gidebilecek solcu yakınların geliyor, arayıp soruyorsun tanıdık kimse var mıydı diye. Biliyorsun genelde solcular onar onar belki yüzer yüzer ölür bu ülkede. Sebebini sonra tartışalım. 
       Sonra aklıma lisedeyken hep Ankara'da okumak istediğim geldi. Olmadı, okumadım ama okusaydım dün orada olurdum. O eylemde olurdum. Bombanın orada. Belki ölürdüm. Aklıma bu da geldi. Garip bir his. Ölümü bu kadar ihtimal dahilinde düşünmek.     

       Ankara orası.
        Artık kimseye "Ölümde birleşelim, senin benim ölüm olmaz; can ölürse tüm dünya kaybeder." demek istemiyorum diyecek takat de kalmadı zaten. Sadece unutulmasın, buraya not düşülsün istedim.
       Ne çok öldük bu yaz. Seçimden beri diyeceğim ama birileri kızacak diye dememiş gibi yapıyorum. Asker, polis, devrimci, çorbacı, emekçi, sendikacı, öğrenci, anne, baba, sevgili... Ne çok öldük bu yaz. Sahi ölenlerin sayısı 400 etmedi mi hala?
      Unutulmamasını istediğimi bir şey daha var; İnsanların patlamadan sonra hastanelere kan yetiştirme çabasını izledik dün. Herkes birbirine haber verdi, istedi. Ama birileri "Onlar solcu, onlara kan vermeyin." dedi. Diyebildi. Şunu bilmesini isterim; Bir gün senin kana ihtiyacın olursa kardeşim sağcı olup olmamanı değil grubumun tutup tutmamasını önemserim. Damarıma tüküreyim ki ben sana kan verirdim. Sen oradaki yaralı ben olsam bana kan vermeyeceğini bildiğim halde bir gün ihtiyacın olursa ben sana kan veririm.
    Uzatacak bir şey yok. Çok öldük, ölülerimizi pankartlara sardık, barış sloganları yazıp onu  kefen ettik. Barış diyenlerimiz öldü. Savaş isteyenler evlerinde ya da saraylarında. Barış isteyenler meydan meydan gezdi de savaş diyenlerin birini Kandil'e yürürken görmedik. Neyse. 
   10 Ekim. Olmaz ol. Anacak bir katliam daha. Yakılacak onca ağıt daha. Tanıdıklar vardı ölenler arasında, öldükten sonra da kalanıyla tanıştık. 
    Ankara'da bunu yapanlar, hepimizi her yerde öldürürler.
    Hepimizi.
    Her yerde.
    Öldürürler.

3 Mayıs 2015 Pazar

#TürkKızıDediğin

       Tarihte hangi hak mücadelesinin oturulan yerden kazanıldığını okudunuz? İnsanların topyekün mücadele etmeden aldığı hangi hak kalıcı olabilmiş? Hele de bizim gibi Ortadoğu toplumlarında hak mücadelesi ve kazanılan hakkın sürekliliği konusunda kronik zaaflarımızın bulunduğunu göz önüne alırsak mesele onlarca bilim dalı tarafından ayrı ayrı ele alınmalı ki bu benim haddime değil.

       Sadece uzun zamandır yaptığım bir gözlemi paylaşmak istiyorum; Özellikle Gezi Direnişi sonrası Twitter memleket gündemine sağlam bir yerleşme yaptı zira öncesinde ve Gezi sırasında yalnızca belli bir kesimin kullandığı biraz da Facebook'un etkisi kırılamadığı için gündemlerin Belieberlar ve Directionerlarca belirlenen bir mecraydı. Ama o tarihten beri ülke sosyolojisi de psikolojisi de twitter'dan bilgi sahibi olunacak düzeyde takip edilebilir.
        İşte tam bu süreçte 3 Mayıs 2015 Twitter Türkiye gündeminde #TürkKızıDediğin diye bir başlık var. Başlık hakkında atılan tivitlerin ciddi bir kesimini okudum. İlk başta erkeklerin attığı tivitler göze çarpıyor ve oldukça da sinir bozucu ama kadın kullanıcıların yazdıklarını okuduktan sonra fikriniz tamamen değişiyor. Anladım ki bu mesele bir "arz-talep dengesi" haline bürünmüş. Bu ifade beni de rahatsız ediyor ama ciddi anlamda alan razı satan razı olayı var. Zira kadınlar özellikle son yıllarda mücadele edilen ne varsa aksini kanıtlar nitelikteler. İşte çok itici ve çarpıcı bir örnek;


      Bu "Türkiye'de Kadın Hakları Mücadelesi Tamam Ama Hangi Kadınlar?" başlıklı sosyal gözlemim uzunca bir süre daha devam edecek gibi. Beni sinir eden taraf şu; Sorun sadece kadınlarda değil her toplumda bu tarz insanlar olabilir ve olacaktır da sorun bunların azınlık olmaması. Kusura bakmayın ama hak diyen eşitlik diyen kadınlar, erkekler azınlık bu memlekette. 
Sokağa çıkıp yüz kişiye sormanıza gerek yok; bugüne kadar tanıdığınız Türkiye'deki kadın ve erkekleri bir düşünün. Genel anlamda bir çabasızlıktan bahsediyorum. Vahim bir olay olur, bir eve ateş düşer ve hepimiz de yanarız. Sloganlar ve tivitler atılır; "Kadınlar bıkbıkbık, erkekler bıkbıkbık, erkek değil adam olun bıkbıkbık." denir ama gündem değişir değişmez kısa süreli giydiğimiz insan postunu çıkarır ve hepimiz canavarlaşırız.
    Uzatmadan meselenin hazin tarafını belirtip kapatmak istiyorum; Bunu yapanlar ne yaptığının farkında bile değil. Yarın bir katil çıkar "Türk kızı dediğin bunu yapmaz ulan!" der ve içinizden birini öldürür. Ciğerimiz yanar. Yapmayın.



28 Ocak 2015 Çarşamba

Cesur Yeni Dünya Üzerine


1984’ten sonra okuduğum ve zaten onunla beraber en ünlü distopik kitap bu.
Öncelikle kitapla ilgili zihniyet anlamında verilere ihtiyaç var; 1932’de basılmış. Yani Büyük Savaş bitmiş dünya koşa koşa yeni bir savaşa gidiyor. Ama henüz ikinci savaş görülmediği için faşizm, nazizm tam olarak maskesini düşürmemiş. Yani bu anlamda Huxley’in Orwell’dan daha iyimser olması anlaşılabilir bir durum. Kıyaslarken yazıldıkları dönemler de dikkate alınmalı.
Kitap temel olarak “Yeni İnsan”ın yaratılması ile başlıyor. Amerikalı büyük sanayici Ford dünyayı nihai olarak kurtarmış çünkü dünyayı standarta koymuş. İşte kitabın kıralma noktalarından biri bu; Standartlaştırma.

Cesur Yeni Dünya’da dünya kısıtlı bir genetiği paylaşan yaklaşık 2 milyar insandan oluşuyor. Ford Efendileri fabrikasında uyguladığı seri  üretim sistemlerini sonunda insan üretimi için de uygulamanın bir yolunu bulmuş. Doğal yollardan üreme ortadan kaldırılmış çünkü eski dünyanın en temel problemi aile olarak görülüyor. Tüm sorunların ve çürümüşlüğün temeline aile koyuluyor. Çünkü insanın diğer hayvanlar gibi ne yapacağınıı tam olarak öğrendiği genleri yok; her aile çocuğunu istediği gibi yetiştiriyor. Ne büyük felaket!

Toplum her şeyin temeli ve dev bir makine gibi görülüyor. İnsanlar ancak o makinenin doğru işlemesi için uğraşabilir; Herkes herkes içindir. Yaşarken topluma hizmet etmeniz yetmiyor ölünüz bile makine için bir fosfor kaynağı!

İşin bu tarz sıkıcı ayrıntılarını geçip benim ilgimi çeken noktalarına bakalım; Huxley’in çok sağlam tutturduğu bir nokta var; Yeni düzen sizi baskılayarak değil aksine zevklerinizi ve hırslarınızı kamçılayarak uyutacak. Cesur Yeni Dünya’da çocuk doğurmak ve yetiştirmek gibi bir görev olmadığı için evlilik ve aile kurumu da ortadan kalkmış ve seks bir sosyalleşme aracına dönüşmüş. Tek eşlilik eski ve ahlaksızca bir mesele olarak görülüyor. Hele aşık olmak topluma karşı işlenmiş bir suç!
İnsanlara daha kuluçka merkezlerinde bebekken öğretilen şeyler var;
1)”Sadece tüketmek için yaşa. Eski eşyalar toplumsal statüyü düşürürler tamir etme yenisini al. Atıp kurtulmak onarmaktan iyidir” İşte bu cümle size günümüzü anlatıyordur. Sadece kendi çevrenizi düşünün sizin için eskiyen eşyalarınızı giymekten çekindiğinizde ya da yamalı bir kıyafet giyen birini görünce onu hangi statüye koyduğunuza tekrar dikkat edin.

2)Cesur Yeni Dünya’da kuluçka makineleriyle üretilen bebeklerin daha doğar doğmaz ilerde kim olacakları belirleniyor. Alfa, Gama, Beta,Delta ve
Epsilonlar. Hepsinin hangi işte ve hangi görevde çalışacakları hatta zeka seviyeleri bile belirleniyor. Ayrıca her birine şu fikir öğretiliyor; “Ford’a şükür bu konumdayım, kim bilir diğer insanlar ne büyük dertler yaşıyordur.”

Kitapta hala eski tarz geleneklerle yaşamasına izin verilen insanlar da var; Vahşiler. Bunlar medeni dünyadan uzakta ve hala evlenerek, sevişerek çocuk yapan hatta bunları kendisi yetiştiren insanlar. Bu bağlamda dinleri de ahlaksızlık olarak değerlendiren Ford’un dünyası Hrityanlığı eski ve komik bir gelenek olarak değerlendirmiş. Geleneksel çarmıh sembolünün üst kısmını kesip “T” ye dönüştürerek de ince bir espri yapılmış.


Şimdi gelelim şahsi olarak yazarın da hayatını araştırdığımda gözüme çarpan ufak ayrıntıya. Kitapta dünyayı kurtarıp yenisini yapan kişi Amerikalı bir araba üreticisi. Bu tabi ki tesadüf değil: Huxley o dönem aydınlarının bir çoğu gibi Yeni Dünya Amerika konusunda ciddi endişeler taşıyan biri. Huxley 1. Dünya Savaşının en kötü sonucunun “Amerikanın dünya egemenliğinin kaçınılmaz hızlanışı” olacağı kanaatindedir. Freud da Amerika ve Dünyanın ortak geleceği hakkında; “Amerika insanlığın şimdiye kadarki en muazzam deneyi ama korkarım ki iyi bitmeyecek” demiştir. 

İşte Amerika ‘nın dünyaya tek başına bu kadar egemen olacağı hissi biraz da bir Avrupalı olarak Huxley’i hayal kırıklığına uğratmış gibi duruyor. Ancak yazarın bu kendi çizdiği dünyayı biraz da istediği bir gerçek. Çünkü bu yeni dünya belli bir kesim için sorunları çözmüş olarak çiziliyor ve şunu da belirtmeliyim ki dünyada kendi iradesiyle "Epsilon eksi" olacak milyarlarca insan var. Zaten kitapta üst düzey bir yetkili özgürlük isteyenlere karşı şu cevabı veriyor; 
"Aslında siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz. Eklemek gerekirse ihtiyarlama, çirkinleşme, iktidarsız kalma hakkını da istiyorsunuz; kansere ya da frengiye yakalanma haklarını; açlıktan nefesi kokma hakkını, sefil olma hakkını ve sürekli yarın ne olacak korkusu ile yaşama hakkını da..."

Son olarak okurken beni ciddi anlamda gülümseten “soma”dan bahsederek bitirelim.
“Bir santimetrekübü bin dert savuşturur.  Gevşeticiydi, uyuşturuyordu ve keyifli halisünasyonlar sağlıyordu. Hristiyanlık ve alkolün bütün avantajlarına sahipti ama yan etkilerini taşımıyordu. Döndüğünde ne başın ağrıyor ne de anlatacak mitolojilerin oluyordu.”

9 Ocak 2015 Cuma

İnsan Sosyal Bir Nefret Makinesidir

Ulan çok üzdük kendimizi be. Kimse etmedi bunu bize biz ettik.
Arada bir ikimiz mutlu oldu kimisi gerçek kimisi masal bilmiyorum ama gerisi hep mutsuz.
Ahan da tarih yazılalı beri ettiğimiz tek şey mutsuzluklar inşa etmek. Kötümserim ulan, sen küçük mutluluk hapıyla desteklenmiş dünyanda devam et. Vallahi orası çok güzel, çıkma. Küçümsemiyorum; kendimi de önemli ya da her haltı anlamış falan görmüyorum ama olamadık biz sizler gibi. O da bizim eksiğimiz olsun.

Çoğul konuşuyorum aslında kimseye danışmadım ya da gizli bir örgüt yok size haber vermediğim sadece etkili oluyor; bir ikisi de yakın hissediyorsa onların yazmasına gerek kalmıyor ondan.
Ne'ttik biz bize?  Siyasi mesaj falan vermeyeceğim; siyasetin de ebesinin nikahını düşürsünler. 
Biz aslında yaptıklarımızdan öte yapamadıklarımızla ettik ne ettiysek. Değişemedik, önemliydi bu.
Anlatırlar; ilk yaradılanın oğulları da birbirini öldürmüş; üzerinden kaç sene geçtiği benim işim değil.
Anlatırlar; kadınlar köleymiş, alınırmış, takas olunurmuş: çetelesini tutmamışlar galiba ama artık tutuluyor. Azalmamış ama bu da benim değil istatistiğin işi.
Anlatırlar; sevenleri sevdiğine vermemişler. Vermemişler de şiir olmuş, türkü olmuş. Olmaz olsunlarmış ama dinlemekten başkası benim işim değil.
Anlatırlar; Dolanmaktan sıkılınca oturur oturmaz ordu falan kurup kimden daha az ölecek diye oyun kurmuşlar. Sayısı da sebep sonucu da tarihin işi benim değil.
Şiire kızmışlar, türküye kızmışlar, saza, söze, çizene, yapana, sevene, sevişene, susana, konuşana, siyahına, ötekine berikine hep kızmışlar. Kimseyi unutmamışlar. En çok onun üzerine kafa yormuşlar. Kimse kalmayana kadar kızmışlar. Kimisini susturmuşlar, kimisini vurmuşlar.
Sadece susmayanı vursalar; susanları da boş geçmemişler
Peki kızılmadık, vurulmadık kimse kalmadıysa kim kime kızmış? Herkes arkasından mı kızmış birbirine? Ulan biz napıyoruz diyen çıkmamış mı? İç kafiye yapmaya uğraştığım için bile kızan olur mu bana? 
Sorum çok da cevap vereni dinlemek de istemiyorum. Çoğuna ben de kızıyorum çünkü, hemen sinirleniveriyorum. Benim düşündüğümü düşünemiyor salak diyorum. 
Kime kızdıysam özür dilerim. 

6 Kasım 2014 Perşembe

Çay Sadece Bir İçecek Değildir, Hiç Öyle Olmadı

      Bundan kuvvetle muhtemel 5000 sene kadar evvel bir Çin hükümdarının çay yaprağını yanlışlıkla sıcak suya düşürmesiyle bulunduğu rivayet edilir çayın. Ama o adını söyleyemediğimiz arkadaşlar varsın yeşil çayla idare etsinler; çayın iyisi bizim olandır efendim. Artık Türk çayı diye kabul edilen "tavşan kanı" mahlaslı o enfes içecektir çay.


       Öncelikle çayın bir nimet olduğunu kabul ederek başlayalım; öyle hafife alınacak, alelade bir içecek değildir. Ne derler bilirsiniz; Tanrı şarap içmeyenler için çayı yarattı. O derece bir nimettir yani çay.



    Çay sohbettir. Kalabalıkların vazgeçilmezi, en zor anların kurtarıcısıdır. Çay içmeye gidilir komşuya. Hayata dair söylenmiş ne varsa çay eşlik etmiştir o sohbete.


Her bekleyenin yoldaşıdır çay. Eşi, sevgiliyi, dostu veya sınavı hatta sabahı beklerken hep bir bardak demli çay olur elde. İnce belli ya da kalını fark etmez; her dem güzeldir.
Uzatılan sıcak bir dost elidir çay. Yalnızca samimi ortamlarda içilir. İkram için genelde sormaya hacet yoktur, İçmiyorsa zaten çok oturmayacaktır. Romantik devrimcilerin de, yoldaşlığın da ortamına gayet güzel gider.


Şair içeceğidir çay efendiler. 
Şiir olur dizeye yakışır;  "... bir gün çay içelim seninle, çaylar benden manzara senden olsun..." (Orhan Kemal)
                                                                                                                                                                     Roman olur cümleye yakışır; "...her gülümseyişine tüm ülkeye çay ısmarlayayım..." (Murat Menteş)


"Şekerli mi içilir şekersiz mi?" kavgası ara bozar, yuva yıkar aman diyeyim girmeyin. 
Çay çok şeydir velhasılı kelam; Zaman birimidir mesela "Kahvaltı yapmadım" denmez "Daha çay içmedim" denir. 5 dakikaya kalkılmaz çaylar bitince kalkılır.
Kışı yazı, sabahı akşamı yoktur her vakit içilir. Hava sıcakken hararet alır, susuzluk giderir; soğukken içersin içini ısıtır. 
Pazarda 5 liraya tişört satan da çay içer, saraylarda oturanlar da. Çay demleyip davet adan adam, adamdır.  Ne derdi İsmail Abi "Adamlar bana çay verdi, çay veren insan kötü olur mu?"

12 Eylül 2014 Cuma

Madem Değiştiremedik; "Batsın Bu Dünya"

Toplumlar bireyler gibi hafızaya ve duygulara sahipler. Tek tek bireylerin bile hislerini toplumun genel hali belirliyor büyük ölçüde. İşte toplumun bazı alametleri bize bu ruh halini anlatıyor. Örneğin sanatı, edebiyatı ve en çok da müziği.
Bir memlekette dinlenen müzik bize o halkın mutluluk seviyesi hakkında bilgi verebilir.
Burada anlatacağım müzik türlerinde kesinlikle bir kalite kıyaslaması yapmayacağım, çünkü her müzik türü içinde sevilebilecek olanlar elbet var ve ortak estetik yargılar söz konusu değil. Zaten günümüzde pek de popüler olmayan bir müzikten bahsedeceğim; arabesk.
Arabeskin bu topraklarda özellikle bir dönem neden bu kadar tutulduğunu düşünmek gerek. Arabesk denince aklınıza gelen tüm örneklerinde olduğu gibi mutsuz bir müzik türü. Ve Ortadoğu esintileri ile dolu ama bizim bildiğimiz arabesk Türk icadı. Peki neden arabesk?
Arabesk bence derdini dışa vuramayan veya vurduğu durumlarda bile çözemeyen toplumlarda ortaya çıkan bir müzik türü. Özellikle ekonomik ve politik anlamda sorunları olan ve bunları çözme kudretini de kendinde göremeyen toplumlarda. Mesela bizde arabesk 80lerde zirve yapmış. Buna önemli bir neden olarak siyaset kurumunun halktan tamamen çalınması sayılabilir. Sonra serbest piyasa falan derken Türk ekonomisinin yok edilmesi ve sadece tüketici/market ülke konumuna girmemiz…
İşte insanların 80lerin başında “sağlı sollu” aldıkları siyasi yenilgiyi ve ekonomik yetersizliklerini birleştirince ortaya zaten pek de gelişmemiş bir toplum olan Türkiye toplumunun iyice içine kapanmış hali çıkmış.
Arabesk; o kadar yaygınlaşmış ki insan ilişkilerine yansımış sonra. Konumuz burada bağlanıyor. Toplumsal huzursuzluk bireyleri kapana sıkıştırmış. Aşklar imkansız, dertler derya, kafalar berduş olmuş. Doğmamış çileler, yaşanmamış dertler bile istenir olmuş. Elde çare bitmiş “Tanrım beni baştan yarat!” denmiş. Velhasıl kelam halkın umudu dilek taşlarına kadar düşmüştür…
İşte arabesk aslında çok şey anlatıyor yaşadığımız toplum hakkında. Yani arabesk bir düşüklük sebebi değil hatta kötü falan da değil sadece bir dışavurum.
Tabi biz 90larda doğanlar olarak görece “daha normalleşmiş” bir ülke bulduk. Hala dünyaya entegre olabilmiş bir ülkede değiliz ama en azından bireysel olarak dünya ile daima iletişim halindeyiz. Bu da arabeski gözden düşürdü tabi.
Ben kaliteli arabeski yaşatmak taraftarıyım. Zira hala yenilmiş ve “Ben de varım” demeye çalışan bir halkız. İçeride de dışarıda da “büyükbaşlar” inatla umursamıyor olsa da. Çok da severim kaliteli arabeski, arabesk duyguları. Aşk biraz sancılı olunca yani içine arabesk karışınca daha “aşk” oluyor sanki hem.