6 Kasım 2014 Perşembe

Çay Sadece Bir İçecek Değildir, Hiç Öyle Olmadı

      Bundan kuvvetle muhtemel 5000 sene kadar evvel bir Çin hükümdarının çay yaprağını yanlışlıkla sıcak suya düşürmesiyle bulunduğu rivayet edilir çayın. Ama o adını söyleyemediğimiz arkadaşlar varsın yeşil çayla idare etsinler; çayın iyisi bizim olandır efendim. Artık Türk çayı diye kabul edilen "tavşan kanı" mahlaslı o enfes içecektir çay.


       Öncelikle çayın bir nimet olduğunu kabul ederek başlayalım; öyle hafife alınacak, alelade bir içecek değildir. Ne derler bilirsiniz; Tanrı şarap içmeyenler için çayı yarattı. O derece bir nimettir yani çay.



    Çay sohbettir. Kalabalıkların vazgeçilmezi, en zor anların kurtarıcısıdır. Çay içmeye gidilir komşuya. Hayata dair söylenmiş ne varsa çay eşlik etmiştir o sohbete.


Her bekleyenin yoldaşıdır çay. Eşi, sevgiliyi, dostu veya sınavı hatta sabahı beklerken hep bir bardak demli çay olur elde. İnce belli ya da kalını fark etmez; her dem güzeldir.
Uzatılan sıcak bir dost elidir çay. Yalnızca samimi ortamlarda içilir. İkram için genelde sormaya hacet yoktur, İçmiyorsa zaten çok oturmayacaktır. Romantik devrimcilerin de, yoldaşlığın da ortamına gayet güzel gider.


Şair içeceğidir çay efendiler. 
Şiir olur dizeye yakışır;  "... bir gün çay içelim seninle, çaylar benden manzara senden olsun..." (Orhan Kemal)
                                                                                                                                                                     Roman olur cümleye yakışır; "...her gülümseyişine tüm ülkeye çay ısmarlayayım..." (Murat Menteş)


"Şekerli mi içilir şekersiz mi?" kavgası ara bozar, yuva yıkar aman diyeyim girmeyin. 
Çay çok şeydir velhasılı kelam; Zaman birimidir mesela "Kahvaltı yapmadım" denmez "Daha çay içmedim" denir. 5 dakikaya kalkılmaz çaylar bitince kalkılır.
Kışı yazı, sabahı akşamı yoktur her vakit içilir. Hava sıcakken hararet alır, susuzluk giderir; soğukken içersin içini ısıtır. 
Pazarda 5 liraya tişört satan da çay içer, saraylarda oturanlar da. Çay demleyip davet adan adam, adamdır.  Ne derdi İsmail Abi "Adamlar bana çay verdi, çay veren insan kötü olur mu?"

12 Eylül 2014 Cuma

Madem Değiştiremedik; "Batsın Bu Dünya"

Toplumlar bireyler gibi hafızaya ve duygulara sahipler. Tek tek bireylerin bile hislerini toplumun genel hali belirliyor büyük ölçüde. İşte toplumun bazı alametleri bize bu ruh halini anlatıyor. Örneğin sanatı, edebiyatı ve en çok da müziği.
Bir memlekette dinlenen müzik bize o halkın mutluluk seviyesi hakkında bilgi verebilir.
Burada anlatacağım müzik türlerinde kesinlikle bir kalite kıyaslaması yapmayacağım, çünkü her müzik türü içinde sevilebilecek olanlar elbet var ve ortak estetik yargılar söz konusu değil. Zaten günümüzde pek de popüler olmayan bir müzikten bahsedeceğim; arabesk.
Arabeskin bu topraklarda özellikle bir dönem neden bu kadar tutulduğunu düşünmek gerek. Arabesk denince aklınıza gelen tüm örneklerinde olduğu gibi mutsuz bir müzik türü. Ve Ortadoğu esintileri ile dolu ama bizim bildiğimiz arabesk Türk icadı. Peki neden arabesk?
Arabesk bence derdini dışa vuramayan veya vurduğu durumlarda bile çözemeyen toplumlarda ortaya çıkan bir müzik türü. Özellikle ekonomik ve politik anlamda sorunları olan ve bunları çözme kudretini de kendinde göremeyen toplumlarda. Mesela bizde arabesk 80lerde zirve yapmış. Buna önemli bir neden olarak siyaset kurumunun halktan tamamen çalınması sayılabilir. Sonra serbest piyasa falan derken Türk ekonomisinin yok edilmesi ve sadece tüketici/market ülke konumuna girmemiz…
İşte insanların 80lerin başında “sağlı sollu” aldıkları siyasi yenilgiyi ve ekonomik yetersizliklerini birleştirince ortaya zaten pek de gelişmemiş bir toplum olan Türkiye toplumunun iyice içine kapanmış hali çıkmış.
Arabesk; o kadar yaygınlaşmış ki insan ilişkilerine yansımış sonra. Konumuz burada bağlanıyor. Toplumsal huzursuzluk bireyleri kapana sıkıştırmış. Aşklar imkansız, dertler derya, kafalar berduş olmuş. Doğmamış çileler, yaşanmamış dertler bile istenir olmuş. Elde çare bitmiş “Tanrım beni baştan yarat!” denmiş. Velhasıl kelam halkın umudu dilek taşlarına kadar düşmüştür…
İşte arabesk aslında çok şey anlatıyor yaşadığımız toplum hakkında. Yani arabesk bir düşüklük sebebi değil hatta kötü falan da değil sadece bir dışavurum.
Tabi biz 90larda doğanlar olarak görece “daha normalleşmiş” bir ülke bulduk. Hala dünyaya entegre olabilmiş bir ülkede değiliz ama en azından bireysel olarak dünya ile daima iletişim halindeyiz. Bu da arabeski gözden düşürdü tabi.
Ben kaliteli arabeski yaşatmak taraftarıyım. Zira hala yenilmiş ve “Ben de varım” demeye çalışan bir halkız. İçeride de dışarıda da “büyükbaşlar” inatla umursamıyor olsa da. Çok da severim kaliteli arabeski, arabesk duyguları. Aşk biraz sancılı olunca yani içine arabesk karışınca daha “aşk” oluyor sanki hem.

29 Ağustos 2014 Cuma

Devirmeyelimciler

      Bu memleketi bu günlere getirenler irticacılar ya da şeriatçılar değil Kemalistlerdir. Bu ülkeyi gerçekten sevenler biraz akıllıca davransaydı onların eline fırsat geçmezdi.
O Kemalistler ki Atatürk'ü anlamak bir yana dursun onun fikirleri üzerine bile düşünmezler. Sabittirler. Onlar için düşünmek gerekliliği 1938'de bitmiştir. Sorsan seküler, modern ve aydınlanmacıdırlar ama Atatürk aşkları Atatürk'ü anlamalarına bile engeldir.
Evet Kemalizm son derece zararlı bir ideolojiye evirildi yıllar içinde. Hemen öfkelenip okumaktan vazgeçmeyiniz.
Bu memlekette kendilerine “devrimci” diyenler uzun seneler yalnızca Atatürk devrimlerinden dem vurdular. Evet Mustafa Kemal devrimciydi, Türk tarihinde belki de en ileri atılımlı devrimi o yapmıştı. Ama gelgelelim mesele ondan sonra güya onu takip edenlerde düğümlendi. Atatürk öldü ve onun yapacakları da orada kaldı.
Atatürkçüler Atatürk fikriyatını savunup dururken önemli bir meseleyi atladılar; Devrimcilik. Onun yaptığı devrimleri kutsayıp ilerisine gidilebileceği fikrini atladılar ve hatta belki korktular. Devrimleri sürdürmek isteyen bir avuç insana da “Moskof Ajanı” “Komünist vatan haini” dediler.
Ben şahsen Mustafa Kemal’i devlet kitaplarından değil de başka kaynaklardan da okumaya çalışan bir insan olarak Atatürk’ün kesinlikle Kemalistlerden hoşlanacağını sanmıyorum. Bir kere ilkelerinden en baştaki “Devrimcilik” bunu engellerdi zaten. O devrin şartları gereği ve elindeki imkanlar elverdiği ölçüde yapabileceklerini yapmaya çalıştı. Oldukça başarılı işler de yaptı fakat ölümsüz olmadığının farkındaydı. O sebepten bunların devam etmesini ve hatta zaman gerektirirse kendi fikirlerinin de bırakılması; daha mantıklı ve çağdaş olana geçilmesi gerektiğini biliyordu. Bu sebepten her fırsatta bu memlekete “dogmalar bırakmadığını” “bilimle kendisi çelişirse bilimin tutulması gerektiğini” söyledi durdu.
Lafı daha da uzatmaya gerek yok unutmayın ki Kenan Evren sıkı bir Kemalist olduğunu söylemiş zamanında. Kemalizm denince adamın lafının üstüne laf denememiş.
CHP de İnönü’den beri Kemalist mesela. Neye yaradılar?
Ezcümle bu anlamı olan bir günde Atatürk’ü özellikle Atatürkçülerin düşünmesi gerekiyor bence. Devrimcilik oynayacaksak eğer bunu isimlerin ötesinde evrensel ve vicdani ölçütlerle yapacağız. Onun yaptıklarını aşıp 1900lerin değil 21. yüzyılın devrimlerini düşünmeliyiz.

28 Ağustos 2014 Perşembe

Whatsapp Aşkmetre

            Merhaba arkadaşlar; uzunca bir zamandır internet sağlayıcım lanet şirket yüzünden ayrı düştük. Ben buralarda yokken birkaç kez evden kaçtım ve bir de ufak bir devrim deneyimi yaşadım. Tabi ki lanet kapitalistlere şimdilik yenik düştük ama toparlanacaz.
            Şimdi bu yazım biraz psikolojik bir inceleme denemesi olacak. Yavaş yavaş alıştırıyorum kendimi.
            Biz internet nesliyiz dostlar. Bizler için dünya büyük falan değil. Sadece klasik yakınlık ve uzaklık kavramlarımızı yeniden tanımlama konusunda sıkıntı çektiğimiz için insanların internetten/telefondan yakın, bedenimizden uzak olduğunu anlamak konusunda sıkıntı yaşıyoruz. Ama yazımın konusu bu değil.
            Biz milenyum gençleri olarak artık internetteki davranışlarından yola çıkarak karşımızdaki hakkında karakter tahlili yapabiliriz.

            Konuyu çok daha daraltıp mesajlaştığınız insanın sizi sevip sevmediğini anlamanın kısa bir yolu üzerinde duracağız; size verdiği cevaplar. Chelsea Peretti diye bir ablamız var muhtemelen tanımazsınız kendisini, çok cahilsiniz keşke bilseniz. O demiş ki zamanında; “Eğer birisine sizi seviyorum yazdıysanız ve cevap olarak bir emoji yolladıysa o emoji ne olursa olsun sizi sevmiyor demektir.” Bu laf kadar olayı ciğerinden yakalayan bir laf duymadım. Bunu duyar duymaz aklıma tüm Whatsapp hayatım geldi. Tüm o “seni seviyorum”lara gülücükle karşılık vermeler, birazcık daha konuşmak istediğim biriyse göz kırpma atmalar falan ve evet hiçbirine aşık değildim. Ayrıca bugüne kadar sevme ihtimalimi hesapladığım birkaç kişiden de cevap olarak emoji almışlığım var.
            Şimdi bir düşünün, olay tamamen böyle. “Seni Seviyorum” mesajına “Seni Seviyorum”dan başka bir yanıt olamaz. “Ben de”, “Tşkkrlr cnm yha” falan asla cevap değildir. Sövsün, hayır desin ama cesur olsun. Karşınızdaki size bu cevapları ya o anda sizi kırmamak için yazmıştır, ya yalnızdır ilgi gösteren biri lazımdır ya da ilişkinizin uzatmalarında olduğunuzun sinyalleridir. O yüzden birinin sevgisini ölçmek istiyorsanız ona seni seviyorum yazın ve cevap bekleyin. Güvenin bana.



   
                        Ve unutmayın; hiçbir gülümseyen surat sizi gerçeklerden kurtaramaz.


27 Ağustos 2014 Çarşamba

Modern Zavallılar

“Bu kartlar, filmler, pop şarkıları bize yalan söyledikleri için suçlular. Tüm bu kalp kırıklıkları ve her şey için.” (-500- Days Of Summer)

            Biz modern çağın zavallı insanları. Ne hissettiğine bile kendisi karar veremeyen, basmakalıp canlılarız.
            Bebekliğimizde başlıyor bu süreç galiba. Masallardaki prensler gibi olmak istiyoruz; yakışıklılar, zenginler, beyaz atları var ve kahramanlar. Evet daha 5 yaşındaki çocuklara kendilerinden ve muhtemelen çevrelerindeki herkesten daha mükemmel insanlardan bahsedersen onların nasıl hallerinden memnun ve mutlu olmalarını beklersin ki? Hadi ama.
Çocukken atılan bu tohumlar galiba ilk gençlik yıllarlında tavan yapıyor. Şarkılar dinliyoruz, deli gibi sevmekten, aşk uğruna ölmekten, bundan sonrasını sadece onunla geçirmekten falan bahseden şarkılar. Film izliyoruz baş karakter; esas oğlanın yerine kendimizi koyuyoruz. O filmler bize aşık olacağımızı, reddedilmeyeceğimizi, romantik olmamızı falan öğütlüyor işte. Tanrım, filmin birindeki evlilik teklifi çok hoşuma gitmişti ve not almıştım. İşte filmlerin bize etkisi bu; nasıl yaşamamız gerektiğini öğretiyorlar. Ne marka giyersek seksi görünürüz, hangi grubu dinlersek havalı oluruz falan. Sevgilimize nasıl hitap etmemiz gerektiğini bile onlardan öğreniyoruz.
            İşte bu çağda bu işler böyle yürüyor. Eskiden güneşe tapan, deniz tanrısına inanan, bağ bozumu ilahlarından bahseden insanlarla dalga geçip onlara putperest diyoruz ama kendimiz daha acınası bir durumdayız. Onlar elle tutulmayan, Olimpos’ta yaşayan Tanrılara inanıyorlardı biz ise Cihangir'de, Hollywood’da oturan Tanrılara tapıyoruz. Muhtemelen ayağı kokan, horlayan, osuran tanrılar. Bizim gibi olduklarını da bildiğimiz halde.
Roma’da gladyatörler devrinin starları olarak adlandırılır sanıyoruz. Ama Roma gladyatörleri köleydi ve zengin sahiplerini eğlendirmek için dövüşürdü. Günümüzde de futbolculara modern gladyatörler diyorlar ama bir farkla; futbolcular zengin ve biz fakirleri eğlendiriyorlar.
            İşte toplumsal rollerimiz, yaşam standartlarımız bu. Sonra tabi mutsuz olursun. O filmlerdeki liseler bu gezegende yoklar, bizler esas oğlanlar ya da esas kızlar değiliz. Biz o yan rolüz. İlk ölen şişman ve gözlüklüler, güzel olmayı saç rengi sanan kızlar, inekler, üniversite kazanmak için ders çalışmak zorunda olanlar, esprisine gülünmeyenleri, havalı olmayan grupları dinleyenler ve mahalle bakkalından muhtemelen geceliği ile ekmek alanlarız. Okula arabayla gitsek bile bu araba asla A4 falan olmayacak.

            Gerçeklere inanmamak benim de seçtiğim en sağlam yol. Haklısınız hayat zaten saçma derecede gerçek ve bizler kendi isteğimizle olmayacak şeylerle inanmayı seçtik. 2 saatliğine de olsa tatlı tatlı filmimizi izler sonra “Keşke” der yatar uyuruz. Modern çağın insanlarıyız; sanallığı biz icat ettik, yaşamdan kaçmanın daha iyi bir yolunu daha önce kimse bulamamıştı. 

14 Temmuz 2014 Pazartesi

1984 Romanı Üzerine Bir Deneme

George Orwell İngiliz yazar ve düşünür. Orwell’ın hayat serüvenine baktığınızda hem 1. Dünya Savaşı’nı hem de 2. Dünya Savaşını görmüş ve aradaki dönemde ve sonrasında da Avrupa’nın Karanlık Çağı’na şahitlik etmiştir. O yüzden doğaldır ki yazarın pek de iyimser bir yaklaşımı olduğu söylenemez. Çünkü onun zamanında Almanya Hitler’le, Rusya Stalin’le, İtalya Mussolini ile kavrulmakta ve kıta bunların kıskacında neredeyse can vermektedir. Biraz daha ileri gittiğinizde ikiye bölünmüş bir dünya; kapitalizm ve komünizm çatışmasından çok daha ileri boyutta bir sürtüşme ve iki kutuplu dünya. Berlin Duvarı yalnızca şehri ya da kıtayı ikiye bölmüyor; zihinleri, yaşayışları ve tüm bir insanlığı da bıçak gibi ayırıyor.
George Orwell’ın kitabı bir ütopyayı anlatıyor ama bu bildiğimiz ütopyalara benzemiyor. Bir karşı-ütopya denebilir. Mesela Francis Bacon’un Atlantis’i çok iyimser ve bilim-teknik ve kültürel anlamda mükemmel bir kıtayı anlatır ama Orwell’ın ütopyasında dünya çok kötü ve yaşanmaz bir yerdir.
Kitapta dünya 3 ülkeye bölünmüştür; Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya.  Başkahraman Smith ise bu dünyada hala bir şeyleri sorgulayan bir Okyanusya vatandaşı. Smith diğer herkes gibi dış partinin bünyesinde çalışan bir işçi. Ona öğretildiğine göre yapması gereken tek şey de budur zaten. Evlenmek, âşık olmak, sevişmek ve hatta yazmak ve okumak da yapılmaması gerekenler listesindedir. O yüzden gizli bir günlükle başlar kitap. Ve şu söz çok dikkat çekici; Özgürlük 2 kere 2nin 4 ettiğini söyleyebilmektir. Evet, bu dünyada hiçbir şeyden emin değilsinizdir ve Parti ne derse odur.
Kitapta tele-ekranlardan bahsedilir. Bunlar her vatandaşın evinde olması gereken ve asla kapatamadığınız, sizi 24 saat izleyen ve sürekli beyninizi uyuşturacak derecede Parti propagandası yapan bir araçtır. Günümüzde bu araç çok da hayali olmasa gerek.
Smith Gerçek Bakanlığında eski gazete ve dergilerle ilgilenen bir bölümde çalışmaktadır. İşi eski yazıları değiştirmek. Örneğin Parti 2 yıl önce gelirlerin %50 artacağını söylemiş mesela ama artış %30 oranında kalmış. İşte Smith’in işi iki yıl önceki tüm yayınlardaki bu oranı gerçekleşen orana çekmektir. Böylece dün değişmiş olacaktır ve Parti asla yanılmamıştır. Gerçek Bakanlığının görevi yalan söylemek, Barış Bakanlığının görevi savaş dizayn etmektir.
 Kitapta verilen temel mesajlardan biri de zaten “geçmişe hükmeden yarına da hükmeder.” anlayışıdır.  Günümüzde de insanlara geçmişin kötü olduğu gösterilerek yapılan tüm iyi şeylerin günümüzde olduğu anlayışı öğretilmektedir.
1984’den bahsedip de Büyük Birader’den bahsetmemek olmaz. Büyük birader kitaba göre Partinin kurucusudur ve yegâne kahramandır. Orwell belki de Büyük Biraderle dönemin diktatörlerine güzel bir gönderme yapmıştır.  Din yoktur onun yerine her şeyi bilen ve Okyanusyalıları sefaletten ve “burjuvaziden” kurtarmış olan Birader vardır. Her yerde resmi vardır ve iri gözleriyle her zaman sizi izler. Böylece Parti hiç zahmet etmeden sizi ve zihinlerinizi kontrol altına almıştır.
Kitap dönemi itibariyle çok sert bir Komünizm ve daha da özelde bir Stalinizm eleştirisi olarak değerlendirilebilir fakat bence yazar bunu o kadar dar kapsamlı düşünmemiş. Geçmişinde yazarın sosyalist olduğu da göz önüne alınırsa kitap sade bir komünizm eleştirisinden ziyade bir totaliter rejim eleştirisi yapmaktadır. Örneğin İngiltere gibi kapitalizmin doğduğu ve işçi ayaklanmalarının en sert bastırıldığı ülkede sosyalizmin imgelenmesi buna iyi bir kanıttır.

George ORWELL’ın bu okunası kitabı aslında biz 21. yüzyıl insanına pek uzak değil. Ele geçirilmiş ve düşünmeyen, sorgulamayan, sorgulamayı bir hastalık olarak dikte eden Parti’nin yönetiminde bir dünya, sürekli kontrol edilen insanlar hiç birimize uzak değil. Sadece ceplerinize ya da masa üstlerinize biraz daha dikkatli bakın. 

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Ah Ümmet Ah!

       Dünyada en sorunlu bölge olarak Ortadoğu sayılabilir. Açlık, yoksulluk ve savaş orada. Zulüm, ezilen halklar, sömürülen topraklar orada. Ama zenginliklerin kaynağı da orada; petrol, maden oranın doğal unsuru. Peki ama neden bu halde Ortadoğu?
Bütün cevap soruda yatıyor zaten; en büyük zenginlikleri aynı zamanda en büyük belaları; Petrol.

Osmanlı'nın son zamanlarından itibaren Ortadoğu hep gözyaşının ve felaketin başkenti olmuş. Fakat dünya tarihinde genel olarak değerlendirildiğinde aynı zamanda medeniyetin ve tarihin de başladığı nokta. Hem Mezopotamya hem de Anadolu toprakları olarak Ortadoğu dünyanın kurulduğu yer de sayılabilir. İslamın altın çağını yaşadığı, Avrupa birbirini "cadı" diye kovaladığı yıllarda kültürün yaratıldığı yer.
Fakat şimdi haberlere baktığımızda her felaket haberi oradan geliyor. Irak, Suriye, Trablusgarp ve tabi Filistin.

      Ah Filistin; Kudüs'ün memleketi. Her din için her inanan için kutsal topraklar. O kadar kutsal ki sendromu bile var.
Ama şu anda özellikle Müslümanların kanayan yarası ve yürek sızısı Kudüs. Aslında neye inanırsa inansın kalbi olan her insanın acısı olması gereken yer.
   Senelerdir savaşın ve zulmün başkenti; artık geçmişiyle değil şu anıyla bile kanlı topraklar.

Dünyada 1.5 milyar Müslüman var, yaklaşık 15 milyar da Yahudi. Burada ümmetçiliğe kaçmadan irdelemek gerek konuyu. Mesele din meselesi olmaktan çıkmalı zaten dine indirgendiği için Batı'nın sesi çıkmıyor ya! Hoş dine indirgesek dahi sayıyı az önce verdim; 1.5 milyar Müslüman ne yapıyor? İftarda çok yedi rehavet mi çöktü? Oruç tutuyor o Müslümanlar tabi, namaz kılıyor...
Müslümanlar emperyalizmin en fena tuzağına düşmüş durumdalar; mikro milliyetçilikler ve gözü kapanmışlık. Elbet herkesin canı sıkılıyordur bu haberlere ama mesele yüreği sıkmakta değil harekete geçirmekte.
Müslüman hakların kimi mezhepçilikle cebelleşiyor, kimi milliyetçiliklerle. Ailesinin ona öğrettiği mezhepler ya da tarih kitaplarından öğrendiği milliyetler her bir meselenin önünde tutuluyor. Kafasını ve vicdanını o kalıptan çıkaramıyor. İnsanlığın kitaplarda yazmasına gerek yok.
İnsan bir yerde zulüm varsa sessiz kalamaz. Susamaz. Bu kime ya da nerede yapılırsa yapılsın. Ama özellikle dünyada topluca ezilen bir sınıf varsa o da Doğu halklarıdır işte. Peki neden bu kadar kalabalık Doğu hakları ezilmeye bu derece sessiz? Neden halklar buna tepki koymuyor?
Suçu devletlerinize de atmayınız; o devletler sizsiniz! Hükümetleriniz adım atmıyorsa bunu onlara zorlayın. Neden 3 Yahudi genç ölünce dünya ayağa kalkıyor operasyonlar düzenleniyor da yüzlerce Müslüman ölünce herkes süt dökmüş kedi? Neden hala en büyük tepki; "Allah sizi kahredecek İsrail!" Neden bu kadar hazıra alışmış bu Ortadoğu halkları? Türkiye hariç değil.
Türkiye yine en çok tepkiyi gösteren ülke evet. Zaten bu da hala içimizde kalan o azıcık insanlıktan kaynaklanıyor. Ama daha ciddi sonuçlar almak için twitter yeterli bir mecra değil. Artık gözümüzü açalım. Olay bir Müslüman - Yahudi kavgası değil olay ezene sessiz kalma meselesi.
Olaya ümmet mantığı ile baktıkça kaybederiz. Yahudiler de ümmet sonuçta ve onlara sorsan ne yapıyorlarsa ümmetleri için yapıyorlar. Batı da mesela Hristiyan ümmeti olduğu için olaya sessiz.
Kafaları açmak lazım. Zulüm Filistin'de, Irak'ta, Suriye'de, Doğu Türkistan'da. Neden? Çünkü Batı da İsrail de Müslümanlara ne yaparlarsa yapsınlar tepki almayacaklarını biliyorlar. Onların istediği hükümetler ve onların susturduğu haklar. Artık milliyetçiler Doğu Türkistan için ümmetçiler de Filistin için ağlamaya başladı. Acıları bile ayırdık. Fakat atalarımızın güzel bir sözü var; Eşek olana semer vuran çok olur. Bırakın ümmetçiliği Türkçülüğü insanlar ölüyor! Ezenler ezebildikleri için ezerler; ezilenler sessiz kaldığı için. Ve ezilen halklar olarak biz daha kalabalığız yeter ki şu ölü toprağından kurtulalım. Yine dua edin ama içinizden değil. Cemaat olalım ama yalnız cuma namazlarında değil.

10 Temmuz 2014 Perşembe

Türkü Dinlemek Neden Önemli?

  Müzik, ezgiler insanlığın varlığı kadar eski, şüphesiz. Bu yüzden bu kadar seviyoruz müziği. İlk zamanlardan beri ve hatta bugün de dini törenlerin neredeyse tamamı ezgilere dayanarak yapılır. Dini çağrılarda kuru kuruya sesler sevilmez, ezgileşmişse simgeleşmiştir. Ezan da budur, ilahiler de demeler de kilise ayinleri yahut Afrika yerel dinleri de. İşte bu sebepten kültürün de en önemli kısımlarından biri müzik olmuştur. Dil kültürü iletir âla ama daha doğumdan itibaren bize bu topluma dair ne varsa ninnilerle öğretilmiştir. Ninniler ya da genel anlamda müzik yalnızca uyaklı olduğundan kalmaz akılda; onlar mesajı öyle güzel verir öyle duru ve sevilesi hale getirir ki unutamazsınız.
            İşte anne ninnilerini bırakıp da müzik listelerimizi biz oluşturmaya başladığımız anda karşımızda önemli bir ayrım durur; bu topluma ait hissediyorsak kendimizi, bu toprakları anlamak istiyorsak, bu halk bizim halkımızsa onun ezgilerini dinlemek mecburiyetindeyiz. Türkülerimizi.
            Bir halkı etnik müziklerinden daha iyi tanıtacak bir kaynak bulamazsınız. İnançlarını, aşklarını, ayrılışlarını, hasretlerini, isyanlarını, umutlarını, ağıtlarını hatta günahlarını bile bulursunuz o ezgilerde. İşte bu yüzden türkü dinlemek mecburiyetindeyiz. Bu toprakları sevmek, bu toprakların insanlarını sevmek ve onları anlamak türkülerini sevmekle başlar.
Dünyanın yalan olduğunu, yiğidin kuru soğana muhtaç kaldığı zamanları, hancısını yolcusunu, Pir Sultan’ın isyanını, dağların bizi çağırışını, gönül köşkünde güzel olan sevgiliyi… Aşk kağıda yazılmıyor elbet ama bağlama anlatmaya en yakın olunan yer. Anadolu’da bir deyiş vardır; gönlün bam teli. Bam telini türkülerden gayrısında da bulamazsınız, biline.
            Elbet dünya müziklerine karşı olmak olarak yorumlanmamalı bu ama bir çocuğa bu halkın ninnilerini, masallarını okumak yerine Disney ya da Cartoon Network izletiyorsanız, daha da büyüyünce bu halkın ezgileri yerine başka bir halkın ezgileri ile besliyorsanız eğer yeni nesillerden hayıflanmaya, ah vah etmeye haddiniz yok demektir.  
      Bu topraklar kadim, bu halklar yüce ve bu ezgiler mukaddestir. Buralı gibi hissetmek, buraların ağzıyla konuşmak, buralardan biri gibi düşünmek ve sevmek için Anadolu’ya kulak vermek gerek.
Burada bir film önermek gerek; Anadolu'nun Kayıp Şarkıları. Link verip korsana yönlendirmek istemiyorum ama siz bulun ve izleyin lütfen.

           

9 Temmuz 2014 Çarşamba

Artık Meslek Lisesi Sayılırız Teyze

Sosyal Bilimler Liseleri. Son derece afili bir ada sahip nevi şahsına münhasır özellikleri, dersleri ve öğrenci profilleriyle son derece güzel liseler(di). Malesef Türk eğitim sisteminin makus talihine yenik düştü; Sistemsizlik. Evet sistemsizlik bizim eğitim sisteminin belki de en elzem problemi. Bu okulların ilki İstanbul'da kurulduğu vakit kim bilir ne güzel hayallerin vücut bulmuş haliydi. Herkesin tıpçı, mühendis ya da mimar olma aşkına isyan eden bir tavırla yola çıktı. Edebiyat öğretecek, tarih coğrafya bilen adamlar mezun edecekti. Bu okula girmeye hak kazanan bir öğrenci doğal bir yönetici adayı kabul ediliyordu.
Böyle güzel hayallerle yola çıkmış bir lisenin bir tane olması elbette yetersizdi. O kadar sayısalcıyla nasıl kapışsın bir okul?
İşte mesele biraz burada koptu sanki. İtibarı korumak gerektiğine inanan dönemin Milli Eğitim kadroları sayısı kısıtlı tutacaklarına söz vermişti. İstanbul, Kayseri, Ankara, Konya, İzmir, Antalya, Mersin, Adana derken önünü alamadılar sonra.
Aslında bana sorarsanız 10 tane yeterdi. Madem 5 yıl okutacaksın bunca gariban öğrenciyi; madem ilköğretimden gelir gelmez dayayacaksın 20 saat İngilizce bunun bir anlamı olmalı. Az olmalı, merkezi olmalı.
Ama olmadı nitekim. Az da olmadı öz de olmadı. Açıldı da açıldı.
Yatılı okullar olması sebebiyle bulundukları bölgelerin merkezi konumundaki illere açılmasında ve çevre illerle beraber en seçkin öğrencileri iyi imkanlarla okutmasında hiç bir beis olmayan bu okullar şimdilerde fena durumdalar.
Şu an 85 adet olduğuna dair laflar dolanıyor. Biz merkez illerde olsun dedik ama devletlilerimiz ilçelere bile açtılar. Öğretmen liselerini kapatınca ellerde kalan binaların hepsini İmam-Hatip yapmak şimdilik ayıp olacağından zahir Sosyal Bilimlere dönüştürdüler. Yani aslında bizi de açarak kapattılar.
Eh okuyanlar bilir; bir zamanlar az dert anlatmadık; "Hayır teyzeciğim meslek lisesi değil." "Hayır sağlık mesleğe puanımız yetiyor aslında." dilimizde tüy bitmişti. Ama artık teyzeler haklı; meslek lisesinden halliceyiz.
Her yer SBL, her yer "Neden hazırlık var?"

x

Dolunay

 “Ölümler çıplak gelir.” Güzel bir şarkı çalıyordu kulaklığımda. Perde iyice açık, dolunayı görmek istiyorum. Bozuk gözlerimle sadece koca puslu bir nokta gördüm ilk baktığımda, buzlu bir camın arkasından bakar gibi hissettim. Sonra gözlüğü taktım, dolunay mükemmel bir biçimde karşımdaydı sanki oraya ait değilmiş gibi. Zorla duruyormuş gibi.
                Hem neden dünyanın uydusu olmak zorundaydı ki? Neden onunla birlikte dans etmek zorundaydı, neden güneş aydan daha çok sevilirdi? Belki de korkar insanlar aydan, binlerce yıldır o gecede kim bilir nelere şahit olmuştu. Kimler aldatmıştı eşini, yasak şehvetler hep gecenin karanlığındadır, cinayetler, hileler, tuzaklar gece hazırlanır, harekete geçirilir. İşte ay bunların tek şahididir çoğu zaman. Ve evet işte insanlar korkar ondan ele verir belki diye. En korkunç ve kadim efsaneler dolunay etrafında oluşturulmuştur. 
Sırdaş mıdır ay? Evet, sırdaştır, kimi ele vermiştir ki bugüne kadar? Neler anlatmıştım aya. Pek sevmem insanlara dert anlatmayı, çünkü bilirim hep aynı şeylerden bahsediyorum, birini bitirmeden başka bir derde başlayamam. Pek dertli olduğuma da inanmam, her insanın yeteri kadar derdi var işte.
Biraz daha baktım aya. Öyle manasızca. Zaten her şeyin bir anlamı olması gerektiğine inanmıyorum. Olması gereken oluyordu işte. İnanırım kadere ama mantık aramam. Tanrı ne kadar güçlü olduğunu kanıtlamak istiyor olabilir mesela.  Gözlüğü çıkardım sonra terlemişti kenarları rahatsız ediyordu. Çıkardım ve tekrar göğe döndüğümde yine buzlu camlar gelmişti önüme.  Belki de herkesin biraz gözlüğe ihtiyacı vardır diye düşündüm. . Kendimize bile güvenmemiz gerekiyor, gözüme bile güvenemiyorum işte. Gözlüğü takınca daha güzel görünüyordu her şey en azından olduğu gibi görünüyor. Zaten her şey olduğu gibi güzeldir değil mi? İnsanlar buzlu camlar arkasından bakmamalı diğerlerine. Belki ötekileri kabul etmek daha kolay olur böylece.
İyi geceler dedim kendi kendime. Bu dileği kimseden duymayalı uzun zaman olmuştu.