14 Temmuz 2014 Pazartesi

1984 Romanı Üzerine Bir Deneme

George Orwell İngiliz yazar ve düşünür. Orwell’ın hayat serüvenine baktığınızda hem 1. Dünya Savaşı’nı hem de 2. Dünya Savaşını görmüş ve aradaki dönemde ve sonrasında da Avrupa’nın Karanlık Çağı’na şahitlik etmiştir. O yüzden doğaldır ki yazarın pek de iyimser bir yaklaşımı olduğu söylenemez. Çünkü onun zamanında Almanya Hitler’le, Rusya Stalin’le, İtalya Mussolini ile kavrulmakta ve kıta bunların kıskacında neredeyse can vermektedir. Biraz daha ileri gittiğinizde ikiye bölünmüş bir dünya; kapitalizm ve komünizm çatışmasından çok daha ileri boyutta bir sürtüşme ve iki kutuplu dünya. Berlin Duvarı yalnızca şehri ya da kıtayı ikiye bölmüyor; zihinleri, yaşayışları ve tüm bir insanlığı da bıçak gibi ayırıyor.
George Orwell’ın kitabı bir ütopyayı anlatıyor ama bu bildiğimiz ütopyalara benzemiyor. Bir karşı-ütopya denebilir. Mesela Francis Bacon’un Atlantis’i çok iyimser ve bilim-teknik ve kültürel anlamda mükemmel bir kıtayı anlatır ama Orwell’ın ütopyasında dünya çok kötü ve yaşanmaz bir yerdir.
Kitapta dünya 3 ülkeye bölünmüştür; Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya.  Başkahraman Smith ise bu dünyada hala bir şeyleri sorgulayan bir Okyanusya vatandaşı. Smith diğer herkes gibi dış partinin bünyesinde çalışan bir işçi. Ona öğretildiğine göre yapması gereken tek şey de budur zaten. Evlenmek, âşık olmak, sevişmek ve hatta yazmak ve okumak da yapılmaması gerekenler listesindedir. O yüzden gizli bir günlükle başlar kitap. Ve şu söz çok dikkat çekici; Özgürlük 2 kere 2nin 4 ettiğini söyleyebilmektir. Evet, bu dünyada hiçbir şeyden emin değilsinizdir ve Parti ne derse odur.
Kitapta tele-ekranlardan bahsedilir. Bunlar her vatandaşın evinde olması gereken ve asla kapatamadığınız, sizi 24 saat izleyen ve sürekli beyninizi uyuşturacak derecede Parti propagandası yapan bir araçtır. Günümüzde bu araç çok da hayali olmasa gerek.
Smith Gerçek Bakanlığında eski gazete ve dergilerle ilgilenen bir bölümde çalışmaktadır. İşi eski yazıları değiştirmek. Örneğin Parti 2 yıl önce gelirlerin %50 artacağını söylemiş mesela ama artış %30 oranında kalmış. İşte Smith’in işi iki yıl önceki tüm yayınlardaki bu oranı gerçekleşen orana çekmektir. Böylece dün değişmiş olacaktır ve Parti asla yanılmamıştır. Gerçek Bakanlığının görevi yalan söylemek, Barış Bakanlığının görevi savaş dizayn etmektir.
 Kitapta verilen temel mesajlardan biri de zaten “geçmişe hükmeden yarına da hükmeder.” anlayışıdır.  Günümüzde de insanlara geçmişin kötü olduğu gösterilerek yapılan tüm iyi şeylerin günümüzde olduğu anlayışı öğretilmektedir.
1984’den bahsedip de Büyük Birader’den bahsetmemek olmaz. Büyük birader kitaba göre Partinin kurucusudur ve yegâne kahramandır. Orwell belki de Büyük Biraderle dönemin diktatörlerine güzel bir gönderme yapmıştır.  Din yoktur onun yerine her şeyi bilen ve Okyanusyalıları sefaletten ve “burjuvaziden” kurtarmış olan Birader vardır. Her yerde resmi vardır ve iri gözleriyle her zaman sizi izler. Böylece Parti hiç zahmet etmeden sizi ve zihinlerinizi kontrol altına almıştır.
Kitap dönemi itibariyle çok sert bir Komünizm ve daha da özelde bir Stalinizm eleştirisi olarak değerlendirilebilir fakat bence yazar bunu o kadar dar kapsamlı düşünmemiş. Geçmişinde yazarın sosyalist olduğu da göz önüne alınırsa kitap sade bir komünizm eleştirisinden ziyade bir totaliter rejim eleştirisi yapmaktadır. Örneğin İngiltere gibi kapitalizmin doğduğu ve işçi ayaklanmalarının en sert bastırıldığı ülkede sosyalizmin imgelenmesi buna iyi bir kanıttır.

George ORWELL’ın bu okunası kitabı aslında biz 21. yüzyıl insanına pek uzak değil. Ele geçirilmiş ve düşünmeyen, sorgulamayan, sorgulamayı bir hastalık olarak dikte eden Parti’nin yönetiminde bir dünya, sürekli kontrol edilen insanlar hiç birimize uzak değil. Sadece ceplerinize ya da masa üstlerinize biraz daha dikkatli bakın. 

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Ah Ümmet Ah!

       Dünyada en sorunlu bölge olarak Ortadoğu sayılabilir. Açlık, yoksulluk ve savaş orada. Zulüm, ezilen halklar, sömürülen topraklar orada. Ama zenginliklerin kaynağı da orada; petrol, maden oranın doğal unsuru. Peki ama neden bu halde Ortadoğu?
Bütün cevap soruda yatıyor zaten; en büyük zenginlikleri aynı zamanda en büyük belaları; Petrol.

Osmanlı'nın son zamanlarından itibaren Ortadoğu hep gözyaşının ve felaketin başkenti olmuş. Fakat dünya tarihinde genel olarak değerlendirildiğinde aynı zamanda medeniyetin ve tarihin de başladığı nokta. Hem Mezopotamya hem de Anadolu toprakları olarak Ortadoğu dünyanın kurulduğu yer de sayılabilir. İslamın altın çağını yaşadığı, Avrupa birbirini "cadı" diye kovaladığı yıllarda kültürün yaratıldığı yer.
Fakat şimdi haberlere baktığımızda her felaket haberi oradan geliyor. Irak, Suriye, Trablusgarp ve tabi Filistin.

      Ah Filistin; Kudüs'ün memleketi. Her din için her inanan için kutsal topraklar. O kadar kutsal ki sendromu bile var.
Ama şu anda özellikle Müslümanların kanayan yarası ve yürek sızısı Kudüs. Aslında neye inanırsa inansın kalbi olan her insanın acısı olması gereken yer.
   Senelerdir savaşın ve zulmün başkenti; artık geçmişiyle değil şu anıyla bile kanlı topraklar.

Dünyada 1.5 milyar Müslüman var, yaklaşık 15 milyar da Yahudi. Burada ümmetçiliğe kaçmadan irdelemek gerek konuyu. Mesele din meselesi olmaktan çıkmalı zaten dine indirgendiği için Batı'nın sesi çıkmıyor ya! Hoş dine indirgesek dahi sayıyı az önce verdim; 1.5 milyar Müslüman ne yapıyor? İftarda çok yedi rehavet mi çöktü? Oruç tutuyor o Müslümanlar tabi, namaz kılıyor...
Müslümanlar emperyalizmin en fena tuzağına düşmüş durumdalar; mikro milliyetçilikler ve gözü kapanmışlık. Elbet herkesin canı sıkılıyordur bu haberlere ama mesele yüreği sıkmakta değil harekete geçirmekte.
Müslüman hakların kimi mezhepçilikle cebelleşiyor, kimi milliyetçiliklerle. Ailesinin ona öğrettiği mezhepler ya da tarih kitaplarından öğrendiği milliyetler her bir meselenin önünde tutuluyor. Kafasını ve vicdanını o kalıptan çıkaramıyor. İnsanlığın kitaplarda yazmasına gerek yok.
İnsan bir yerde zulüm varsa sessiz kalamaz. Susamaz. Bu kime ya da nerede yapılırsa yapılsın. Ama özellikle dünyada topluca ezilen bir sınıf varsa o da Doğu halklarıdır işte. Peki neden bu kadar kalabalık Doğu hakları ezilmeye bu derece sessiz? Neden halklar buna tepki koymuyor?
Suçu devletlerinize de atmayınız; o devletler sizsiniz! Hükümetleriniz adım atmıyorsa bunu onlara zorlayın. Neden 3 Yahudi genç ölünce dünya ayağa kalkıyor operasyonlar düzenleniyor da yüzlerce Müslüman ölünce herkes süt dökmüş kedi? Neden hala en büyük tepki; "Allah sizi kahredecek İsrail!" Neden bu kadar hazıra alışmış bu Ortadoğu halkları? Türkiye hariç değil.
Türkiye yine en çok tepkiyi gösteren ülke evet. Zaten bu da hala içimizde kalan o azıcık insanlıktan kaynaklanıyor. Ama daha ciddi sonuçlar almak için twitter yeterli bir mecra değil. Artık gözümüzü açalım. Olay bir Müslüman - Yahudi kavgası değil olay ezene sessiz kalma meselesi.
Olaya ümmet mantığı ile baktıkça kaybederiz. Yahudiler de ümmet sonuçta ve onlara sorsan ne yapıyorlarsa ümmetleri için yapıyorlar. Batı da mesela Hristiyan ümmeti olduğu için olaya sessiz.
Kafaları açmak lazım. Zulüm Filistin'de, Irak'ta, Suriye'de, Doğu Türkistan'da. Neden? Çünkü Batı da İsrail de Müslümanlara ne yaparlarsa yapsınlar tepki almayacaklarını biliyorlar. Onların istediği hükümetler ve onların susturduğu haklar. Artık milliyetçiler Doğu Türkistan için ümmetçiler de Filistin için ağlamaya başladı. Acıları bile ayırdık. Fakat atalarımızın güzel bir sözü var; Eşek olana semer vuran çok olur. Bırakın ümmetçiliği Türkçülüğü insanlar ölüyor! Ezenler ezebildikleri için ezerler; ezilenler sessiz kaldığı için. Ve ezilen halklar olarak biz daha kalabalığız yeter ki şu ölü toprağından kurtulalım. Yine dua edin ama içinizden değil. Cemaat olalım ama yalnız cuma namazlarında değil.

10 Temmuz 2014 Perşembe

Türkü Dinlemek Neden Önemli?

  Müzik, ezgiler insanlığın varlığı kadar eski, şüphesiz. Bu yüzden bu kadar seviyoruz müziği. İlk zamanlardan beri ve hatta bugün de dini törenlerin neredeyse tamamı ezgilere dayanarak yapılır. Dini çağrılarda kuru kuruya sesler sevilmez, ezgileşmişse simgeleşmiştir. Ezan da budur, ilahiler de demeler de kilise ayinleri yahut Afrika yerel dinleri de. İşte bu sebepten kültürün de en önemli kısımlarından biri müzik olmuştur. Dil kültürü iletir âla ama daha doğumdan itibaren bize bu topluma dair ne varsa ninnilerle öğretilmiştir. Ninniler ya da genel anlamda müzik yalnızca uyaklı olduğundan kalmaz akılda; onlar mesajı öyle güzel verir öyle duru ve sevilesi hale getirir ki unutamazsınız.
            İşte anne ninnilerini bırakıp da müzik listelerimizi biz oluşturmaya başladığımız anda karşımızda önemli bir ayrım durur; bu topluma ait hissediyorsak kendimizi, bu toprakları anlamak istiyorsak, bu halk bizim halkımızsa onun ezgilerini dinlemek mecburiyetindeyiz. Türkülerimizi.
            Bir halkı etnik müziklerinden daha iyi tanıtacak bir kaynak bulamazsınız. İnançlarını, aşklarını, ayrılışlarını, hasretlerini, isyanlarını, umutlarını, ağıtlarını hatta günahlarını bile bulursunuz o ezgilerde. İşte bu yüzden türkü dinlemek mecburiyetindeyiz. Bu toprakları sevmek, bu toprakların insanlarını sevmek ve onları anlamak türkülerini sevmekle başlar.
Dünyanın yalan olduğunu, yiğidin kuru soğana muhtaç kaldığı zamanları, hancısını yolcusunu, Pir Sultan’ın isyanını, dağların bizi çağırışını, gönül köşkünde güzel olan sevgiliyi… Aşk kağıda yazılmıyor elbet ama bağlama anlatmaya en yakın olunan yer. Anadolu’da bir deyiş vardır; gönlün bam teli. Bam telini türkülerden gayrısında da bulamazsınız, biline.
            Elbet dünya müziklerine karşı olmak olarak yorumlanmamalı bu ama bir çocuğa bu halkın ninnilerini, masallarını okumak yerine Disney ya da Cartoon Network izletiyorsanız, daha da büyüyünce bu halkın ezgileri yerine başka bir halkın ezgileri ile besliyorsanız eğer yeni nesillerden hayıflanmaya, ah vah etmeye haddiniz yok demektir.  
      Bu topraklar kadim, bu halklar yüce ve bu ezgiler mukaddestir. Buralı gibi hissetmek, buraların ağzıyla konuşmak, buralardan biri gibi düşünmek ve sevmek için Anadolu’ya kulak vermek gerek.
Burada bir film önermek gerek; Anadolu'nun Kayıp Şarkıları. Link verip korsana yönlendirmek istemiyorum ama siz bulun ve izleyin lütfen.

           

9 Temmuz 2014 Çarşamba

Artık Meslek Lisesi Sayılırız Teyze

Sosyal Bilimler Liseleri. Son derece afili bir ada sahip nevi şahsına münhasır özellikleri, dersleri ve öğrenci profilleriyle son derece güzel liseler(di). Malesef Türk eğitim sisteminin makus talihine yenik düştü; Sistemsizlik. Evet sistemsizlik bizim eğitim sisteminin belki de en elzem problemi. Bu okulların ilki İstanbul'da kurulduğu vakit kim bilir ne güzel hayallerin vücut bulmuş haliydi. Herkesin tıpçı, mühendis ya da mimar olma aşkına isyan eden bir tavırla yola çıktı. Edebiyat öğretecek, tarih coğrafya bilen adamlar mezun edecekti. Bu okula girmeye hak kazanan bir öğrenci doğal bir yönetici adayı kabul ediliyordu.
Böyle güzel hayallerle yola çıkmış bir lisenin bir tane olması elbette yetersizdi. O kadar sayısalcıyla nasıl kapışsın bir okul?
İşte mesele biraz burada koptu sanki. İtibarı korumak gerektiğine inanan dönemin Milli Eğitim kadroları sayısı kısıtlı tutacaklarına söz vermişti. İstanbul, Kayseri, Ankara, Konya, İzmir, Antalya, Mersin, Adana derken önünü alamadılar sonra.
Aslında bana sorarsanız 10 tane yeterdi. Madem 5 yıl okutacaksın bunca gariban öğrenciyi; madem ilköğretimden gelir gelmez dayayacaksın 20 saat İngilizce bunun bir anlamı olmalı. Az olmalı, merkezi olmalı.
Ama olmadı nitekim. Az da olmadı öz de olmadı. Açıldı da açıldı.
Yatılı okullar olması sebebiyle bulundukları bölgelerin merkezi konumundaki illere açılmasında ve çevre illerle beraber en seçkin öğrencileri iyi imkanlarla okutmasında hiç bir beis olmayan bu okullar şimdilerde fena durumdalar.
Şu an 85 adet olduğuna dair laflar dolanıyor. Biz merkez illerde olsun dedik ama devletlilerimiz ilçelere bile açtılar. Öğretmen liselerini kapatınca ellerde kalan binaların hepsini İmam-Hatip yapmak şimdilik ayıp olacağından zahir Sosyal Bilimlere dönüştürdüler. Yani aslında bizi de açarak kapattılar.
Eh okuyanlar bilir; bir zamanlar az dert anlatmadık; "Hayır teyzeciğim meslek lisesi değil." "Hayır sağlık mesleğe puanımız yetiyor aslında." dilimizde tüy bitmişti. Ama artık teyzeler haklı; meslek lisesinden halliceyiz.
Her yer SBL, her yer "Neden hazırlık var?"

x

Dolunay

 “Ölümler çıplak gelir.” Güzel bir şarkı çalıyordu kulaklığımda. Perde iyice açık, dolunayı görmek istiyorum. Bozuk gözlerimle sadece koca puslu bir nokta gördüm ilk baktığımda, buzlu bir camın arkasından bakar gibi hissettim. Sonra gözlüğü taktım, dolunay mükemmel bir biçimde karşımdaydı sanki oraya ait değilmiş gibi. Zorla duruyormuş gibi.
                Hem neden dünyanın uydusu olmak zorundaydı ki? Neden onunla birlikte dans etmek zorundaydı, neden güneş aydan daha çok sevilirdi? Belki de korkar insanlar aydan, binlerce yıldır o gecede kim bilir nelere şahit olmuştu. Kimler aldatmıştı eşini, yasak şehvetler hep gecenin karanlığındadır, cinayetler, hileler, tuzaklar gece hazırlanır, harekete geçirilir. İşte ay bunların tek şahididir çoğu zaman. Ve evet işte insanlar korkar ondan ele verir belki diye. En korkunç ve kadim efsaneler dolunay etrafında oluşturulmuştur. 
Sırdaş mıdır ay? Evet, sırdaştır, kimi ele vermiştir ki bugüne kadar? Neler anlatmıştım aya. Pek sevmem insanlara dert anlatmayı, çünkü bilirim hep aynı şeylerden bahsediyorum, birini bitirmeden başka bir derde başlayamam. Pek dertli olduğuma da inanmam, her insanın yeteri kadar derdi var işte.
Biraz daha baktım aya. Öyle manasızca. Zaten her şeyin bir anlamı olması gerektiğine inanmıyorum. Olması gereken oluyordu işte. İnanırım kadere ama mantık aramam. Tanrı ne kadar güçlü olduğunu kanıtlamak istiyor olabilir mesela.  Gözlüğü çıkardım sonra terlemişti kenarları rahatsız ediyordu. Çıkardım ve tekrar göğe döndüğümde yine buzlu camlar gelmişti önüme.  Belki de herkesin biraz gözlüğe ihtiyacı vardır diye düşündüm. . Kendimize bile güvenmemiz gerekiyor, gözüme bile güvenemiyorum işte. Gözlüğü takınca daha güzel görünüyordu her şey en azından olduğu gibi görünüyor. Zaten her şey olduğu gibi güzeldir değil mi? İnsanlar buzlu camlar arkasından bakmamalı diğerlerine. Belki ötekileri kabul etmek daha kolay olur böylece.
İyi geceler dedim kendi kendime. Bu dileği kimseden duymayalı uzun zaman olmuştu.